26 Mayıs 2012 Cumartesi

Manifesto Denemesi



  1. 1. TİYATRONUN GERÇEKLEŞMESİ HİÇ BİR KOŞULA BAĞLI DEĞİLDİR
Tiyatro faaliyeti sadece devlet destekli kuruluşların varlığına değil, diğer özel çabalarla üretilmiş sahnelere bile bağımlı değildir. Tiyatro yapabilmek için oyuncuların seyirci ile biraraya gelmesi yeterlidir. 2500 yıllık bu gelenek kendi kültürünü de oluşturarak bu günlere kadar ulaşmıştır. Darülbedayi bu geleneğin kendi lezzetini ve kusurunu kendi içinde barındıran tiyatro kültürümüzün önemli bir çınarıdır. Bu güne dek bünyesinde sadece „solcu“ veya „entel“ diye tanımlanan kişileri değil „milliyetçi“, „mütedeyyin“ kişileri de barındırmıştır.
  1. 2. KENDİ ALTYAPISINI DA KENDİSİ OLUŞTURARAK GÜNÜMÜZE KADAR VARLIĞINI ÜRETEN KURUMUN SORUNLARI SADECE ÜRETİMİ İLE ELE ALINAMAZ 
Kurumun yapılanışına dair tartışmalar kuruluşundan bu güne dek süregelmiştir, ancak kurum ilk kez bu denli hazırlıksız bir döneminde bu tartışmaları göğüslemek durumunda kalmıştır. Sorunlarımız evrensel olduğu kadar tiyatromuzun ülkemize özgü sorunlarıyla da yüzleşmek zorunda kaldığı bir süreçten geçmektedir. Teknolojik gelişmeler sonucu ilkin sinema, giderek tv ile rekabet etmek durumunda kalmış, kendi özgün alanını bir yandan netleştirirken, ülkemizin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma politikası ile birlikte kendi özgün yanlarını da koruyarak renklenip serpilmiştir. 
  1. 3. DARÜLBEDAYİ SADECE BİR TİYATRO DEĞİL BİR KÜLTÜR MİRASIDIR
Cumhuriyetin varlığından daha eski olan bu kurum, hani neredeyse sokaktan toplanıp bir araya getirilen bir kadrodan, yokluklardan bu günlere, sekiz sahnesi, marangozhane, demir ve butafor atölyesi, terzihaneleri ve aksesuvar ile kostüm depoları oluşturarak yaşama kültürünün tüm anılarını derlediği devasa bir kuruluş haline gelmiştir. Sanatçıları ürküten maaşlarından ziyade bu kültür birikiminin ziyan edilecek olmasıdır.
Bu güne dek bu arşivin korunup faydalanılabilir bir hale getirilebilmesi için verilen mücadele sadece kişisel çabalar ve sevgi ile, aile bağlarına benzer bir dayanışma ile sürdürülebilmiştir. Bu birikimin mutlaka korunarak, yararlanılabilir hale getirilmesi kurum çalışanlarını kırarak, onların emeklerini hiçe sayarak değil, ortada işlenecek bir değer olduğunun bilinciyle yaklaşarak tüm insanlığın kullanımına açılmalıdır. Ve bu ellerindeki varlığın ne anlama geldiğini bilen insanlar henüz yaşıyorken yapılmalıdır.
Memuriyetin bir yabancılaştırma ile birlikte belirli olumsuzlukları barındırdığı söylenebilir, ancak bu sayede kurum içinde elindeki değerlerin farkında olan bir nesil bir arada tutulabilmiştir. Sahne üzerindeki pratiğin kalitesini artırmak, sahnelenişte daha profesyonellik adına memurlaşma istenmese bile, bundan vazgeçildiğinde köklerine yabancılaşmış, değer bilinci çıkara dönüşmüş bir yevmiyeli sistemi kurumun geleneksel köklerine dinamit yerleştirmek olacaktır.
BÜTÜN BU NEDENLERLE: Tüm kusurlarına rağmen daimi kadro geleneğini yaşatmak Türkiyenin kültür tarihine dair önemli bir değeri ayakta tutmak olacaktır.
Sanatçıyı her şeyden önce seyircisi denetler. Seyirci ise yeri geldiğinde seçmendir ve siyasi partilerimize oy verirler. Bu nedenle Belediyenin şikayetlere önem verdiğinin bilincinde olarak şunu da söylemek isteriz ki tiyatrodan hoşnutsuz kalmak tiyatronun değil, kişinin eksikliğindendir. Tiyatronun konusu da, nesnesi de insandır, hem de her cephesi ve yüzüyle.. Hayatın içinde olup ta insani olan hiç bir şey tiyatroya yabancı değildir. Çalışanları  da tüm hata ve sevaplarıyla insan olan bu meslek insanlığın hoşgörüsünü veya şimşeğini çekmeye her an hazırdır. Bir toplum ne denli gelişmişse kusurlarına karşı o denli hoşgörüyle yaklaşır, çünkü kusurlar arınmak içindir ve kurtulduğumuz her kusur sonrasında aynı kusurlar olmasa bile, yaşam karşımıza hep çıkaracaktır onları. Bu nedenle insanı bu özelliğiyle vareden bu mesleği geliştirmek tüm siyasi görüşlerin amacı olmalıdır.
Saygılarımızla

21 Nisan 2012 Cumartesi

Sanatçının işi..

Tiyatro her zaman sanatlıca yapılınca toplumsal karşılığını bulur. Varoşlara gidip, onlarda mutlu olma hayalini besleyen işler yapmazsanız, yani onların yaşadıklarıni dolayımlamadan onların suratına vurursanız seyirci bulamazsınız. Yani "suratına vurma" oyunu varoşun değil, zenginin suratına yapılır. Varoş umuda ihtiyaç duyar. Tiyatronun belli bir alışkanlığa dönüşmesi, tiyatrocunun saygınlık kazanması yapıtın ve prodüksiyonun seçimiyle başlar. Kimse bana tiyatro özgürdür mavalı okumasın. Seyircisini gözetmeyen, onun sempatisini kazanmayan bir tiyatro olamaz. Tiyatro resim yapmaya benzemez, ekonomik ilişkilerin doğrudan ortasındadır: oyun başarısız ise sermayenizi kaybedersiniz normal koşullarda. Ödenekli kurumlarda ise halkın gözünde oy almış kişiler olarak itibar kaybedersiniz. Bu nedenle tiyatronun patronu Belediye ise denetleneceksiniz ve başarısız olan da gidecek, ama başarının yerine gelmesi için sponsorun itibarını gözetmiyorsanız yine gidersiniz. Ne yazık ki böyle bu. Pekiyi, hem uluslar hem uluslararası düzeyde nitelik nasıl tutturulacak o zaman? İşte varlık sorusu bunu başarabilmekten geçiyor. Dünyanın her yerinde sanatın meseni olmuştur. Bunun karşılığında ise borsa bile kurulur, örn.: resim sanatı. Sanatı ekonomik işleyişten ayıramadığınıza göre mutlak bir özgürlükten ancak mirasyediler söz edebilir. O da damlalar kesilene kadar. Ama bu işin seyirci ile saygın ve nitelikli bir biçimde buluşmasını ancak sanatçı başarabilir. Bu nedenle yöneten sanatçı olmalı, ama denetlendiğini gözden kaçırmamalıdır. Kendine saygı istiyorsa onu yaratmalıdır.

26 Mart 2012 Pazartesi

MUHAFAZAKARLIK ve SANAT

Muhafazakarlık nedir veya en dar anlamıyla ne olmalıdır? Muhafazakarlık var olan bir takım değerlerin savunulması ve korunmaya çalışılmasıdır. Öyleyse bu güne dek muhafaza etmediği bir şeyi bu günden sonra nasıl korumaya çalışacak? Sahne sanatları bu güne dek hiç bir biçimde bu gün kendini ilerici sayanlar tarafından bile sahiplenilmemişken hem de.. Hasbelkader geçmişimizde bir biçimde kendine bir dere yatağı bulup yer eden kurumları yeniden yapılandırmak öyle mi? Hangi farkındalıkla? Hangi duyarlıkla?

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri İsen „Muhafazakar kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, ’muhafazakar estetik’ ve ’muhafazakar sanat’ın yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz“ derken ne demek istiyor öyleyse?

Sanatı kendi görüşlerinin karşısında bir yere oturtarak, kendilerine yandaş bir ,sanat‘mıdır özlenen? Yoksa ,icazetini muhafazakarlıktan alan bir sanat‘mıdır istenen?

Oysa sanat toplum kadar siyasidir. Siyasi görüşlerin propogandasını yapan politik veya politize sanat da vardır tabi, ama soy sanat hepsinden öte insana ve edimlerine dairdir, yani insanı ve edimlerini güç ve görüşlerini kullanışına bakış getirir. Bu haliyle her tür insani olan durumu sergiler, eleştiriye açar.

Sanat doğası gereği muhafazakardır (konservatif), çünkü bir disiplindir. Tiyatro oyunu yapıyorsanız insanları olguların içinde devindirerek sınayan, zaaflarını ve gücünü ortaya koyan masallar anlatırsınız. Bunlar hikaye edercesine anlatımlar değil, insanlar arasında geçen diyaloglar yoluyla olur. Sahnede insanların yaptıklarını anlatan bir anlatıcıdan çok kendi görüşlerini başkalarının görüşleriyle çatıştırarak dramatik anlamda yaşamlar söz konusudur.

„Hayır, biz oyun yaparken kendi muhafazakar modelimizi kullanacağız“ diyemezsiniz, modeliniz dramatik sınırların dışına çıkıyorsa ortada bir oyundan çok, bir anlatı söz konusudur. Bir gösteri yapabilirsiniz, ama bir oyundan söz edemezsiniz. Nazım Hikmet de oyun yazmıştır, Necip Fazıl da.. Kendi bakışlarını da içeren oyunlardır yazdıkları. Muhafazakar oyun olmaz. Öncelikle ortada bir oyunun olup olmadığı tarışılmalıdır, oyunun kalitesine bakılır. Yazarının olaya yaklaşımı bunun ardından gelir. Sonuçta yazarın görüşünü bildiren bir protagonist olacaksa, onun haklılığının ortaya çıkması için bir antagonist‘e ihtiyaç vardır. Bu iki karşıt kahraman edimlerini ortaya çıkan olaylar dizisi içinde karşı karşıya koyarlar ve her zaman hayat kazanır. Kahramanlar ,baht dönüşümü‘ yaşar görüşleri oyunun sonunda biraz daha zenginleşir.

Sahne sanatı her görüşten insanın tiyatro koltuklarında yan yana gelerek ,seyirci‘yi oluşturması, yine kendileri gibi, ama mesleği oyuncu olan kişilerin maharetleriyle sosyal bir anıya dönüşecek gecenin gerçekleşmesi ile oluşur.

Dolayısıyla: Soy sanat, soy sanattır. İzlemeyenler veya iyi örneğini görmemiş olanlar bilemez...

19 Şubat 2012 Pazar

İhtisas İşi/ Ertuğrul Muhsin

Deri, mezbahadan çıkar, fakat kundura orada yapılmaz. Kumaş fabrikada dokunur, fakat elbise orada dikilmez, orman mütehassısı ağacı yetiştirir, fakat mobilya yapmaz, maden amelesi gümüşü topraktan çıkarır, fakat savatçılıktan anlamaz, balıkçı levreği tutar, fakat mayonezi beceremez, hele her kalem tutan, her yazı yazan tiyatrodan, piyesten hiç anlamaz. Bu bir ihtisas işidir.


Bu bir meslektir, bu bir san'at işidir, bu güzel san'atlar içinde en güç şubelerden biridir , derin tetebbu ister. Tiyatro başlı başına bir hayat vakfedilse bile, ciltlerle kitap okunsa bile, diyar diyar tiyatrolar gezilse bile, gene ucu bucağı bulunmayan bir san'at şubesidir. Böyleyken, hiçbir meslekte dikiş tutturamayanlar, bir takım sütün karalamacıları, bu sahayı serbest bulmuşlar, çala kalem yürüyorlar. Onlara höst demek lazım.

Höst diyorum. Artık o çomaksız oynadığınız sahanın etrafını ilmin, sanatın dikenli telile ördük, artık içeriye başıboş girmek yasak. Yalnız san'at bilgisi bilgimizden, san'at görgüsü görgümüzden, san'at sevgisi sevgimizden fazla olanlara kapımız ve kalbimiz ardına kadar açık.

Fakat sakın araya eskisi gibi türediler girmeye kalkmasın. Burası yirmi sekiz senemizi yıprattığımız, her türlü yokluk içinde göz nurumuzu, alın terimizi döktüğümüz, ömrümüzü törpülediğimiz bir meydandır, burada tufeylilerin, yaygaracıların yeri yok! Tiyatromuzun sahnesi, San'atkarların, salonu halkındır, ikisi arasındaki bezirganların, yazı komisyoncularının ipini pazara çıkaracağız!...

...

Biz kendilerini, kanatlarını yıkmaya mahkum eden pervaneler gibi, hayatımızı seve seve san'at sevgisi için sahnenin ateşi, san'atın alevi üstünde kurban vermiş kimseleriz. San'atla sahnenin yükselmesi herkesten evvel bizim isteğimizdir ve biz bunun tahakkuku için yapabildiğimiz kadarını yapıyoruz. Yazılarının arkasında gizli düşünce taşımadan bize yardım etmek isteyenlere bilgisiyle, görgüsüyle, yardıma gelenlere teşekkür eder, ölünceye kadar minnetlerini taşırız.

Fakat dillerinde yalan, yüzlerinde maske arkalarında şahsi menfaat kasasının maymuncuğuyla kapımıza yaklaşmak isteyenlerin vay haline... Öylelerin bileklerinden kıskıvrak yakalamak dillerindeki riyayı, yüzlerindeki maskeyi, ellerindeki her kapıya uydurmak istedikleri anahtarı teşhir etmek borcumuz. Bunu bize, mukaddes kitabımız olan, san'at sevgisi emrediyor, bunu bize yıkıcılıktan ziyade yapıcılığa muhtaç olan toprağımız emrediyor ve biz bunu yapmayı ahdettik. Veyl sahte bilgiçlere, san'at türedilerine! ...


(Perdeci, Darülbedayi, 1 Mart 1930, Sene 1, No: 2)

25 Aralık 2011 Pazar

Karmaşa dönemlerinde masal ihtiyacı

"Denizler durulmaz dalgalanmadan". Bu söz hem bir deyim, hem Türk musîkîsinin bir beyitidir. Böyle bir dönemden geçiyor üzerinde birlikte yaşadığımız ülkemizde bu demler. Kimliklerin yeniden oluşturuluşu, sancılar, kestirip atmacalar... Radikalizm. Evrimin devrildiği anlar yaşıyoruz, normaldir, ama sonuçta herkesin insan olduğu ve kendi zaaflarıyla örülü, yani bir yönüyle her ne kadar "farklı duvarların çivisi" olsak da birbirimize benzediğimiz ortadadır. Erk olmak için negatif erk ihtiyacı duyulur (antagonist-protagonist) hayat çelişki ve çatışmaların merdiveninde gelişir, serpilir, yükselir ve düşer. Bu hikaye aslında her masalcının kuşaklar boyu birbirine aktardığı konulardır. Bir masalcı olarak oyunla uğraşanlar hep bu bildik konuları insanlara farklı oyunlar olarak sunar ve onların birbirine karşı yüreklerinin ve beyinlerinin sertleşmesini önlemeye çalışırlar.


Ne kadar mahir yapabilirlerse o kadar saygı görürler. Bu nedenle üniversitelerin sosyal bilimler fakültelerinde tiyatro ana bilim dalı vardır. Dramatik kültür sosyal bir bilim olarak incelenir bilim insanlarınca.. Ancak bir meslek olarak ancak akademik yapılarda ve bir ustanın bilgi ve görgüsüyle gelişebilir. Adına bina inşa edilir, tapınak gibi saygı duyulan, ya da takipçisi yoksa köhneyip kuruyan.


Günümüzde mesleki eğitim bence yalnış bir kararla üniversiteye bağlandı. Tiyatro binası olmayan illerde bile oyunculuk bölümleri var. Oyunculuk çoğunlukla sahneyle bağı olmayan eğitmenlerin gözetiminde not alıp, diploma sahibi olmak sanılıyor. Bu yabancılaşma, tiyatroyu yaygınlaştırayım derken, alaşımının zayıflamasına, gidenin yerinin doldurulamamasına yol açıyor.


Oyuncunun o ünlü çocuksu egosu da, cehaletin saldırısı ile kendi kalesini içinden tutuşturmuştur zaten. Gündelik kaba siyasete bulanıp kendi söyleyip kendi dinler olmuş, tarla kuruyunca tutuşturacak kuru ot bile bulunmaz olmuştur. Ancak oyun sürüyor ve insan varoldukça da sürecek. Oyun hangi dilde olsa da o dilden seyirci buldukça sürecektir.


Bu günlerde kurumsal tiyatrolar bu topraklarda yaşayan ve vergisini ödeyen, farklı zenginlikleri olan insanlara -tıpkı Diyanetin sorgulanışı gibi- haklı olarak neden farklı dillerde de hizmet vermediği sorgulanıyor. Dönüşümün, kimlik arayışının yeniyetme boy gösterişi hesap soruyor. İşte cevap: biz daha bu haliyle bile tiyatroya hak ettiği saygınlığı kazandırabilmiş değiliz. Ancak pastadan pay almak olarak görülüyorsa hem haklı, ama hem trajik bir talep. Tiyatromuzun yeniden yapılanmaya ihtiyaç duyduğu bu dönemde hiç bir kaygımızı dışında tutmayan çözümler üretmeliyiz. Hem resmi hem lokal dili kapsayan, onları zenginleştiren çözümlere yönelmeliyiz.


Unutmayalım bir gün hepimiz birbirimize lazım olacağız...

25 Haziran 2011 Cumartesi

Hayal-Gerçek

Hayalin Gücü,
Gerçeğin Payı

Hayalin oturduğu bir gerçeklik olmadıkça, anlamı yoktur. Gerçek katıdır. Kıvamını buldukça en uçarı hayalleri kurarız: amaç gerçeğin acısını uyuşturmak, gerçekte bulamadığımız duygusuzluğu dengelemek, hayatın kabullenemediğimiz anlamsızlığını aşma dürtüsüdür. Ama gerçek her zaman olumlu anlamdaki katılığını göstermez, bazan yanmış bir motor yağı kıvamındadır. Öylesine anlamsızlaşır ki, hayal kuracak dayanaktan yoksun kalır, gerçeği dönüştürme heyecanı bulamaz insan, yakar yıkar yıkılırız.

Gerçeklerimizi hayal zaaflarımız açısından sorgulayabiliriz. Duygu dünyamızın karmaşası veya çevremiz hayallerimizi bulanıklaştırır çünkü. Kurduğumuz hayalin kendimizin mi, yoksa TV reklamları veya dizilerdekiler mi olduğundan emin olamaz, farkındalığımızın sınırlarına varamayız.

Şurası kesin, yaşadığımız tekdüzelik giderek hayallerimizi de sakatlamakta. Çevremizi kuşatan fotografik gerçekliğin bir örnekleşmesi, dünyanın iletişim yolu ile küçülmesi hayallerimizi de konfeksiyon kılıklara büründürüyor. Artık "all inklusive" tatil, büyü oluşturmanın önünde en etkin engel. Bu anlamda sanal ortam veya kitap hayallerimizi varedebildiğimiz biricik mecralar olmaya aday görünüyor.

Tüketim gerçekliği sadece tükettirecek hayallere ihtiyaç duyar, ta ki kendi bunalımına neden olduğu günümüze kadar. Artık insan tüketim çılgınlığının faturalarının ağırlığını "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"nde derinden hissetmeye başladı ve romanı yeni bir gözle keşfetmeye hazır görünüyor. Ama sistem bu güne dek sunduklarının açmazından sıyrılıp toplumu sağaltmanın yolunu henüz bulabilmiş değil: kapital neydi, artık neyi temsil edecek?

1 Haziran 2011 Çarşamba

Anlamıyorlar. Anlamak İstemiyorlar

Aydının tavrının bir yandaşlık olmadığını, dünyanın ve çevrenin haline onun da çocukları olduğu ve bu yüzden üzüldüğünü anlamıyorlar. Olan olmuş, biten bitmiş. Aynı yanlışlara devam ediyor olmanın -tıpkı din gibi- sadece sömürü amaçlı kullanıldığını görmek istemiyorlar. Kendi yaşamlarından memnun olanların bunun sadece başkalarının memnuniyetsizliği üzerine kurulu olduğunu, böyle devam edemeyeceğini anlamıyorlar.
Kemalizmin M.Kemal'in değil tilmizlerinin buluşu olduğunu kavramadıkları gibi...
AHMET ALTAN'ı destekliyorum