7 Nisan 2011 Perşembe

Polemik

Sıradan bir avrupalının mutluluğu olan kreatif uğraşlar, bizde neden sınıf ayrımı olarak yansır? Neden sanat bir sınıfsal ayrıcalık olsun ki? Sanatın iş hali sanatçının, bilimi bilim adamının, takibi ise halkın hakkıdır. Halk takip etmeyince "onlar anlamaz!" ne demek yahu? Sakın eksiklik başka yerde olmasın? Hani bir ara "sanat kendim içindir, öyleyse kimseye anlatmak zorunda değilim kendimi!" akımı gibi.. 

Öyleyse salonları işgal etmeyeceksin. Git evine, istediğin gibi bağır duvara karşı, kus içindekileri. Ama gösteride karşıma çıkıyorsan ne olup bittiğini anlamaya kışkırt beni... Karşıma "ne demek istiyor yahu bu?" dedirtecek gibi çıkma, "ne güzel anlatmış yahu, unutulmaz!" cümlesi kurdur bana. "Geçen gece rüyasını gördüm" diyeyim. 

Yoksa hepsi sıradan olmaya duyduğumuz korkudan mı? Halbuki sıradanlık iyidir. Kimsenin bakışlarıyla rahatsız olmazsın... Başardıklarına ilgi gösteren senin gibi içten ve sıradan insanların arasındasındır. Ayrıcalıklı yanlarına duydukları korkudan sana ilgi duymadıklarını bilirsin. Herkes en az benim kadar sahtekar demezsin.. Saygının doğrudan işine yönelik olduğunu bilir, kusurlarınla ve özel yanlarınla huzurlu biçimde baş başa kalabilirsin... 

Bir de işiyle ilişkisi böyle olduğu için engellenenler var. Sürünün dışındakiler... Zavallılar! Kim zavallı acaba? Bu zavallılık nereye kadar acaba? 

Susalım artık. İşler konuşsun, ulaklar güzel işlerden uçursunlar haberleri her daim... Salonlar dolsun, sanatçı kazandığı paralarla hakkettiği konforu yaşayabilsin, vb.. 

Bozacının şahidi şıracı durumu nereye kadar?

6 Nisan 2011 Çarşamba

Gösteri Hk.

Seyirci neyi izler?

Gösterinin temel bir mantığı vardır:

1- Seyirci ilgisi dağılırsa izlemez: demek ki gösteri sürdüğü sürece ilgiyi uyanık tutacak yollar bulmalıdır.

"İlgiyi uyanık tutmak", ifadenin önüne geçen etik dışı bir konu gibi algılanıyor olabilir, ancak ifade gösteride bu kavramın sınırları içindedir. Bu olmadan ifade zaten yoktur çünki.

İlgi zihinsel bir süreçtir. Zihin izleyecek bir şeyler, bir akıl yürütme, fantazi kurma, problem çözme tadı buldukça izleme eylemi sürer.

2- Her gösterinin haz verme süreci olarak bir başı, bir ortası ve sonu vardır: bu süreç bir kez oyun, senaryo veya bir müzik repertuvarı seyirci önüne çıkarılır - ki temel kurgulanışı budur - ve izlenmesi umut edilir. Eğer kuralları akıllıca değerlendiren bir profesyonel yönetmen kreativitesinden söz edebiliyorsak gösteri başarıya ulaşacaktır.

...devam edecek

5 Nisan 2011 Salı

Misyon-Bir Devrimi Anmak - Sibel Aslan Yeşilay

ÖLÜM DEVRİMİN MASKESİDİR 
“Oyun yazarken sürekli olarak değişik maskeler takıyor, rollere bürünüyorsunuz. O maskelerin arkasından konuşuyorsunuz. Tiyatroyu işte onun için seviyorum. Bir şey söyleyebilir, ardından bu söylediğime karşı çıkabilirim. Çelişkilerden kurtulmanın yolu tartışmaktan ve tiyatrodan geçer. Bu nedenle de tiyatroda söz ön plandadır. Fikirler sözcüklerin içindedir ve onlar tarafından yönlendirilir”. Yapıtlarında sürekli olarak insanları tarihle, geçmişle, suçlarıyla ve ihanetleriyle yüzleştiren alman tiyatro adamı Heiner Müller’i tiyatroseverler önce iki oyunuyla , TiyatroFestivali’ne katılan “Dörtlü” ve “Prometheus”la, son olarak ise Berliner Ensemble’da yönettiği Brecht’in “Arturo Ui’nin Önlemez Yükselişi”  yorumuyla tanıdılar.
    Şimdiye dek  yalnızca bir oyunu, “Hamletmakinesi” türkçeye çevrilen , çağımızın en önemli ve en tartışmalı yazarlarından  Heiner Müller , “Misyon-Bir Devrimi Anmak” adlı oyunuyla ilk kez Şehir Tiyatroları sahnesinde.  Şehir Tiyatroları yapımı “Misyon”un yönetmeni ise , yazarın son rejisi “Arturo Ui”de Müller’in asistanlığını yapan Paul Plamper. Yazdığı ve yönettiği oyunlarda izleyiciyi anlam üretmeye iten yazarın diğer oyunları gibi “Misyon” da, kolayca ‘tüketilebilen’ bir oyun değil. Yapıtlarının çoğunda mitolojik öykülerden, romanlardan, ya da oyunlardan yola çıkan Müller “Misyon”u da Anna Seghers’in ‘Darağacındaki Işık’ adlı öyküsünden esinlenerek yazdı. Üç kişinin monologu olarak, ya da üçe bölünmüş bir monolog şeklinde yazılmış  metinde. Fransız Devrimi’nin ardından  Jamaika’da bir köle isyanı düzenlemekle görevlendirilen biri köylü, biri köle sahibi, diğeri ise eski bir köleden oluşan üç kişinin öyküsü anlatılıyor. Ancak bu anlatım düz bir çizgide gelişmiyor, zaman ve mekan, düşler ve gerçekler iç içe geçerek devrim karşısındaki üç ayrı tutum ortaya konuyor: proleter tutum, burjuva devrim sempatizanlığı ve orta yol.  Yazara göre bu orta yol anarşist ya da saçma olarak gördüğümüz kurtuluş hareketlerinin temel koşuludur.
      İhanet ve ölümle yüzleşiyoruz, düş-gerçek, görev-duygu çatışmalarına tanık oluyor, tarihi sorguluyoruz. Bütün bunları seyirci olarak  koltuğumuzda yapabilmemize, sahnede izlediğimiz parçalı yapıyı bütünleştirmemize izin veriyor Müller’in metni ve Plamper’in rejisi. Sahneden sürekli sorular soruluyor  salona doğru. Yanıtları bizim aramamız bekleniyor. Bir çözüm, bir çıkış yolu , hazır ve tek anlamlı bir öneri sunulmuyor, çatışmalar, sorunlar, karşıtlıklar şaşırtıcı sahnelerle ard arda üzerimize geliyor. Metinde yer almayan ve bugünden geçmişe bakan bir ön oyunla açılan“Misyon” da  Murat Daltaban, Selçuk Soğukçay, Ahmet Özaslan, Bensu Orhunöz, Ezgim Kışlalı, Naci Taşdöğen ve Ayla Algan rol alıyor.  Ayla Algan’ın denizci rolünde olağanüstü bir performans sergilediği yapımda Bensu Orhunöz ile Ezgim Kışlalı’nın etkileyici yorumları dikkat çekiyor. Bir düş-karabasanın anlatıldığı  asansör sahnesi, metindeki   etkileyici dilin sahne üzerindeki  tam karşılığı gibi. Keşke bu sahne  Naci Taşdöğen’in gereksiz yere izleyiciyi güldürme çabalarıyla kesintiye uğratılmasa , diye düşünüyor insan. Nurullah Tuncer’in dekor tasarımı son derece başarılı ve rejiye katkıda bulunuyor. Yer yer  sözleri  izlemenin zorlaşması dışında çarpıcı, etkileyici bir yapımla karşı karşıyayız.
   Müller “Misyon”u  1980’de Doğu Berlin’de güncel bir oyun, 1982’de ise Batı Almanya’da, Bochum’da ise uzak bir masal olarak sahnelemişti. Genç yönetmen Plamper’in “Misyon”u  ise ülkemiz için metni, sahnelenişi ve kolay lokma olmayışıyla  farklı ve çarpıcı bir yapım  olarak  karşımızda. Şiddet ve fantaziyi sınırsızca kullanarak  tarihle ve yazılı metinlerle hesaplaşan, çağımızı sorgulayan bir düşünür, yazar, yönetmen, dramaturg, kısacası önemli bir tiyatro adamı olan Heiner Müller’in  dünyasıyla tanışmaya ne dersiniz?   

P. Brook'la Söylesi -çv. E.Işldar

KRAL LEAR:
OYUN YOLUN KENDİSİDİR
Peter Brook Georges Banu ile söyleşiyor

GEORGES BANU: KRAL LEAR üzerine üç kez çalıştınız. İlki Orson welles ile birlikte televizyon için kısa versiyon, sonra Paul Scofield ile 1962’deki büyük açılış, ki çoğu kişi tarafından genel olarak Shakespeare’e ve bu ustalık yapıtına yaklaşımda bir dönüm noktası kabul edilir, ve sonunda 1971’de bu oyunla bağlantılı olan, ama onun filme uyarlanmış hali gibi durmayan film çalışması.
Bütün bu çalışmalarınızda, sizin “la piece globale” dediğiniz oyunun çekirdeğini yakaladınız, ancak belki de zamanla belirli değişiklikler ortaya çıktı. Geriye ne kaldı, ve bu üç yaklaşımınız süresince neler değişti?

PETER BROOK: LEAR’e üç yaklaşım yok, bir tek LEAR ve üç aşama var. Birinci deneme bu içerik yüklü oyunu kavramak açısından kuşkulu bir uğraştı. Sonraki film ise, tiyatroda sahnelenmiş gibi olsun diye yapılmış, daha önceki sahne çalışmasının bir ürünüydü. Ama Welles ve aynı şekilde Scofield’le denk düşüş için şunu söyleyebilirim – özellikle çoklukla unutulduğu için: Eğer büyük bir Shakespeare-oyunundan söz ediliyorsa, prodüksiyonun yapılmasına “Geçen yıl OTHELLO’yu yaptık, bu yıl LEAR yapmalıyız” gibi Repertuvar tiyatrosu ihtiyaçları yüzünden değil, tersine belirli bir anda bu muazzam rolü üstlenebilecek bir oyuncunun olup olmamasıyla karar verilir. Çok daha sonraları Paris’te FIRTINA’yı sahneleyişimde bu oyundan doğru bir şeyler çıkarabileceğimi düşünmeme sebep olan bazı oyuncuların var olduğunu düşünmemdi. Hayret verici, ama öyle: Bir Shakespeare oyununda sahneleme kararı ancak insan malzemesinden, metnin altında yatanları sahne üzerinde yaşayan şeylere dönüştürebileceğine uygun oyuncuyu bulduğuna emin olunca verilir.

Gerçi Lear başrolü üstlenebilecek yeteneklere sahip olmayan büyük bir oyuncu yoksa oynanamaz ve hayal edilemez, ama bu da yetmez. KRAL LEAR başlığı yüzünden, ki gerçek oyun çok fazla katmanlı, kişilerin karşılıklı ilişkilerine dayanan bir ağdır. İşte bu nedenle ve yine Shakespeare dizelerinin zenginliğinin yüzlerce temanın içinden çıkması, kesişmesi sebebiyle ... Oyunun bütün anlamı bu elementlerin karşılıklı ilişkisinden oluşuyor. Bu oyunun bizlere sunduğu deneyim ve anlayışın içine girmenin tek yolu, onu çalışmak ve seyirci karşısında oynamaktır.
Oyuncu seçiminin sadece koşullardan değil, yeteneğinden, imajından, oyunuyla rolünün temel resmini değiştirebilmesinden kaynaklandığını söylediniz. Bu belirli bir okumayı belirliyor; ve siz de bir monarkın güçleri daha yerindeyken, iktidarından vazgeçişini özel haklarını daha uzun süre koruyacağını varsayan bir monark rolünü kırk yaşlarında güçlü bir aktöre, Scofield’e vererek, Lear’e başlayışı değiştirdiniz . Bu başka bir Lear, hükmeden ve güçlü, hayatı çiçeklenen..
Bir Shakespeare oyununda bütün tartışma ve görüşlerin ötesinde yapılması gereken şudur: yazılmışı ve orada olanı görebilmektir. Evet doğru, çocuksu bir aptalı oynayanlara, mülkünü aniden paylaştırma kararı verebilen Kral Lear’i oynayabilecek büyük bir oyuncu görmüştüm. Aslında Lear’in ilk cümlelerini sakin ve anlayışla dinlediğinizde size yeten çok farklı bir şey duyuyorsunuz. Bütün politikacı ve devlet adamlarının övgüler dağıtan seslerini işitiyorsunuz. Özetliyorum: “Benden sonra gelecek olanı tayin etmek için ölümü beklemiyor, çok kesin bir öngörü ile üç kızım arasında bölüştürmeyi öneriyorum”. Kararını yaklaşık ilk uzun söylevinin altıncı cümlesinden sonra kesinleştiriyor:

that future strife May be prevented now.
(Sorunu şimdi çözelim, nedensiz kavgalara sebep olmadan... )
Böyle açıklamalar yapan biri, hafifsenecek kararsız bir monark olamaz, tersine Lear’in pratikte ve politikada sağlıklı bir anlayışı olduğunu gösterir. Daha sonra bütün oyunun çok katmanlı yapısı içinde katman katman sahici yapı oluşur, çünkü Shakespeare’de hiç bir zaman daha baştan kişinin psikolojik boyutu çizilmez: Düşünceleri ve tavırları ile kendini çok güçlü, korkutabilme yeteneği olan biri olarak gösterir, böylece onun yaşına rağmen bedensel olarak çok sağlıklı olduğunu keşfederiz. Bu devasa hayatiyet kendini kralın ikinci sahnesinde, avdan dönüşünde gösterir.
Oyuna bakmak, bütün oyunda olup bitenlerin kişisel bir netleşmenin sağlanması olmadığını anlamaya yeter. Ve her Lear eski bir otokrat, yüksek biçimde gerçek derinliği gizliymişçesine kendini bizlere birbiri peşisıra açar. Her Lear, sonunda Cordelia’ya şunları söyleyebilecek kadar gelişir: “And take upon's the mystery of things, As if we were God's spies.” Bu cümleyi okumak bile önceleri zor kullanabilen, ateşli birinin sonunda kısacık sözlerle Hamlet’e özgü betimlemeler kullanabileceğini gösteriyor. Hamlet veya Prospero tarzı derin düşüncelere kadar varmıştır, çünkü tıpkı onlar gibi en bilmecemsi dönüşümü yaşamıştır: God's spies. Bu ne demektir? Şimdi figürün, sadece psikolojik analiz sonucu değil, insanın metnin içinde sağa giderek, sola giderek, yukarıya çıkıp aşağıya inerek anlaşılabileceğini göstermek için küçük bir örnek ele alalım ... ki bu Shakespeare figürleriyle çalışabilmenin biricik yoludur. İnsan bir cümle okur ve onu düzinelerce sayfa sonra tekrar keşfeder – tıpkı yankı gibi: kendine bu tekrarın neden olduğunu sormalıdır. Bu ne anlama gelmektedir? Ancak bu yolla kurgu sevilebilir ve çocuksu moruk, otokrat, tiran, diktatör gibi sıfatlarla ilerlemekten vazgeçilir. Tabii Lear bu tanımların birçoğuna sahiptir, ama içinde gizli sıradışı daha birçok özelliği vardır. İşte bu yüzden gösterişini rolüne dönüştürmek isteyen, burnu büyük bir aktör Lear gibi bir nesneyle yola çıkamaz. Tıpkı bir orkestra şefi gibi oyunun tüm temalarını duyabilmeli, sürdürülen eserin her çizgisini, her düğümünü takip etmelidir. Lear açısından geçerli olan şu soruyu sormaktır: Eser dinlenildiğinde insan hayatının betimlemesi mi duyuluyor, yoksa aynı anda edebiyat da düşünülüyor mu? Yanıt belirleyicidir. İnsan ikinci tutumu benimsediğinde, dikkatini böler ve olup biteni, önündeki her tanımadığı insanın Shakespeare olduğunu düşünerek gözlemler. Şöyle düşünür: Demek bunu Shakespeare söylemiş, “God’s spies” diyerek ne kastetmiş acaba? Buysa bizi Shakespear’yen oyunların anlamını zehirleyen bir yola sürükler. Durum biraz farklıdır, bir oyun yapan demek istemektedir ki, oyundaki insanlar insan cinsi açısından karakteristiktir ve kendini ifade eden her kişi kendisidir. İşte o an yapmacık oyuncu, kendini emniyete alarak: ”Ama ben, to be or not to be ... derken bu hem Elizabeth’yen, hem Shakespeare sorusu, öyleyse, ben bunu sizin tarafınızdan inandırıldım diye, başkaları da hissetsin diye, yüksek sesle söylediğimde nasıl benim sorum diyebilirim ki.” Yüksek dikkat oyun yaşadığında ve yazar geriye çekildiğinde oluşur. Shakespeare dönemine, din savaşlarına, rönesans felsefesine ilişkin soruların tümü çok çarpıcıdır, ama metnin gücüne katabilecekleri açısından yapabilecekleri hiç bir şey yoktur, ve önemsizdir. Yine dizeler de dize gibi kullanılmaz, bu iyidir prozodik olarak sundukları geçerlidir, tabii üstlerinden öylesine de geçilmez çünkü varolmaları derin bir arzuyu tamamlar; oyun, bu görünür biçimde yapay (sanatsal) ve biricik, barbarca, muhteşem yapıdaki oyun yeterince araştırılmalı, başka türlü betimlemeye olanak olmadığı için, bir şeyleri ifade etsin diye mi yazıldığına bakılmalıdır. Hakikat, tam haline varmış bir oyun olduğudur.

Filminde de olduğu gibi oyunda da kral ile soytarısı arasındaki dengenin farklı bir anlamı vardı ...
Evet, öyle.

Bir defasında görünürdeki, aralarında bir tür bağ olan karşılıklı ilşki; çünkü Lear belirli bir noktada duruyorsa, sanki aynı yolda ilerliyormuşçasına soytarı devam ediyor .. sanki yer değiştiriyorlar.
Hiç bir zaman kendi tasarımımın ne olduğuna dair bir şey söylemedim, bunun basit bir nedeni var, tasarlamaya ihtiyaç duymayacağınız kadar her şey metnin içinde var. Metin dikkatlice okunduğunda en başından sonuna kadar orada olan bir tema keşfedersiniz, görmek ve körlük teması. Bu ne anlama geliyor? Net görmek ne anlama geliyor, kör olmak ne demek? Ama ona birisi özgürce Sofokles’in eski yolunu izleyerek rahatsız eden farklı bir durumu, kendi ailesi tarafından gözlerinin bağlandığını gösterir. Bu muhteşemdir, çünkü hikaye bir yandan gerçeklik, öte yandan metafor olarak gelişir.
Körlük teması oyun boyunca sürer ve her şeyden önce kral ile soytarıyı birbirine bağlar. Kral olağanüstü, korkutucu ve asil bir insandır, tıpkı bir çok diktatör gibi körlüğe kapılmıştır, bu çok açık. Aptal değildir, bir çok şeyi anlamaktadır ... yoksa öldürülür ve iktidardan herhangi x-bir otokratik başkan gibi uzaklaştırılırdı. Ama buna rağmen kısmen gururu, ve tabii başka nedenlerle gözü bağlıdır. Açıklama yapmak istemiyorum ama bir şey kesin: Kördür. Tamamiyle güvenebileceği, önem verdiği özelliklere sahip üç kişi vardır. Bütünüyle güveneceği birinci kişi Cordelia’dır ve gözleri bağlı olduğu için sürgüne yollar. Bu yüzden oyun bir trajedidir. İkincisi Kent’tir, ve gelenek öyle istediği için onun karşısında özgürce davranabilen bir üçüncü kişi vardır: Soytarı.
Bu şakacı olağandışıdır, sadece despot kralı güldürdüğü için değil, hayır, bu soytarı net görmektedir. Bu günlerde denildiği gibi belki biraz otistiktir, ruhsal özürlüdür, belki evet, belki de hayır. Onu oynayacak oyuncu bilgeliğinin biraz köy basitliğinden ve aynı zamanda keskin duyarlılıktaki varlığından kaynaklandığını gözlemelidir. Sergilenmesi tehlikeli problemler içermektedir, ama kesin olan Soytarının, üstelik sıradışı ölçüde, net görüşü olduğudur. Kralın karşısındaki dengesi bu özgünlüğüdür. Her zaman kralı öfkelendiren kimsenin ağzına alamayacağı şeyler söyler, ama onu yanında tutar, çünkü köpeğiyle yürüyen kör gibidir. Pratik ve her ikisi için de vazgeçilmez bir ilişki. Bu bir açılım değil, tam tersine çok basit bir oyun temasıdır.
KRAL LEAR aynı zamanda acılardan geçerek, ki Gloucester gözlerinin ışığını Lear ise aklını yitirir, daha yüksek bir anlayış düzeyine gelişmenin oyunudur. Körlüğe karşı kazanılan zaferin bir işaretini Lear’in “Biri öldüğünde, birinin yaşadığını biliyorum.” sözlerinde bulabilir miyiz? Paul Scofield bu acıdan dönüşmeyi oldukça rahatsız edici bir biçimde kendi dışına taşan biçimde oynamıştı...

Oyun bunu gerektirdiği için. KRAL LEAR, insanlar ergenlik sürecinin sadece gençlere özgü olduğunu düşünseler de, bir ergenleşme sürecidir. Burada Dante gibi, uzun yollar aşmış olgun birini görürüz. Hayatının başlangıcındaki insanlarla ilgilidir ... LEAR’de ise tamamen tersidir. Oyun büyük yaşlı kişiler de bir çeşit ergenleşme süreci geçirirler demektedir. Lear’in bir şeyler yitirdikçe kavrayış düzleminde bir şeyler edindiği bir dizi acı dolu aşamadan geçtikten sonra bereketli bir uzlaşmaya varır. Yaşarken derisi yüzülür, iktidarını yitirir, kızını yitirir, aklını yitirir, soytarının telafi ettiği gözlerini yitirir; Sonuç olarak olaylar herşeyini alıp onu kaba bir iskelete çevirir ... ve giderek yavaş yavaş bir net görüş oluşur. Sonunda net olarak görmektedir. Oyunun yolu budur. Oyun yolun kendisidir.

LEAR çalışması aynı zamanda sizin sanatsal özgürlüğünüzün anlamı haline geldi, çünkü o zamandan beri üzerinde çalıştığınız boş alanın olanaklarını keşfetmenize yol açtı. Tiyatronuz LEAR’in sınavından geçti ve hala onun damgasını taşıyor. BOŞ ALAN adındaki kitabınız bütünüyle LEAR deneyiminden oluştu.
O sıralar, sizin de sıkça söylediğiniz gibi, Sahne dekorunu bir kenara bırakıp, Elizabeth dönemi sahne yapısını izleyerek, az sayıda aksesuvarla Lear’in gelişimini izlemek yeterli. Ama klasik anlamda sahne donanımına son vermenize rağmen, belirli önemli anlarda oyuncuların gerçekten yardımına koşan özgün sahne unsurları da kullandınız. Fırtına sahnesinde Lear’in doğanın baskısına karşı ilerleyişinde, durmaksızın hareket ederek çok özel etkili ses çıkaran paslı kahverengi devasa bakır levhalar kullandınız. Brecht’yen yabancılaştırma tekniklerinde kullanıldığı kadar, sonraları Strehler’in eski tiyatro deneyimlerini hatırlatan biçimle ilgili gibiydiler. Fırtına sırasında kral tek başına sarsılan levhalardan çıkan gürültüye karşı yürüyünce: bize boş alanın adına uyacak anlamda, ki daha yeni keşfetmiştiniz, bütünüyle bir kenara itmeye bu somutlukta hazır olmadığınızı gösterdiniz. O zamandan beri somut olanla soyut olan, tiyatronuzun bu ikili temeli, bu güne dek hep kaldı.
Sizin önerdiğiniz bu soyut/somut farkı, ikimizin de şu an içinde olduğumuz fransız dilinin ve toplumunun damgasını taşıyor. Ama bir an için İngiltere’ye ve Elisabeth’yen düşünceye, temelini her sahnesi stilden, her sahnesi ayrılma ve birleşmeye sırtını dönmekten alan Elisabeth’yen tiyatroya geri gidelim. Hiç kimse şunu demeyecektir: Eğer bu o değilse, şudur. O zamanlar tiyatro şu veya bu değildi. Şu veya bu olabilirdi. Doğal olarak gerçeklikle ilgili değil, çok özel bir yoldan gerçekliği görmekti.
Tiyatro beni bir kezliğine bir seçim olduğundan, gerçek olduğu için ve günübirlik malzemeye yönelik olduğu için ilgilendiriyor. Bu malzeme günden güne değişebilir, “soyut” denilen şeyleri farklı dozlarda katarak, kombine edebilirsiniz. Dekor olayına geri dönersek, bütün sıkıcı unsurları ayıklamış olmamıza rağmen, bazı unsurların – Goneril şatosundaki devasa tahta masa veya bakır levhalar gibi – insanı düşünmeye yöneltmeyen ham, kaba ve masif malzemelerin insana şirin bir italyan tiyatrosunda olduğu hissini vereceğini öngördük. Aynı şekilde filmde de kışı ve soğuğu aktarmak için kürk giysiler düşünülmüştü.
Doğal olarak bir oyun sahnelenirken bütün çözümler geçicidir. Başka bir sahnelemede, başka bir zamanda, başka bir yerde farklı çözümler bulunmak zorundadır. KRAL LEAR’i yaptığım günlerde somut bir dünyayı odaktan kaçırmamaları için, oyunculara yardımcı olabilecek unsurları ellerine vermeliydik. Tahta, paslı metal ve her şeyden önce de deri bu yüzden ... Aynı şekilde gerçekçiliği reddetmek ve LEAR’in tarihsel bir oyun olduğuna inananları değiştirmek için. Geçmiş zamanların bir aynası değil, aksine büyük bir epik ve metafizik bir oyundur.
Fırtınayı göstermek için gerçekçi bir malzeme kullanamazdık, bu komik olurdu, çünkü sahnede fırtına yaratmak hem çok sıkıntılı hem ... ölçüsüzdür -, ama büyük filmografik çözümler de istemiyorduk, çünkü çoğunlukla oyuncuyu yutar. Geriye tiyatroya, onun tarzına uygun olan, fırtınayı seyircinin gözü önünde gerçekleştirecek şeyler kalıyordu. Havayla vibrasyona girerek seyircinin tasavvurunu besleyen, ilgisini uyaran, aynı zamanda oyuncunun bu bozmak istemediğimiz olağandışı çok katmanlı ve güzel metni koruyarak sahneyi doldurmasını, uzaklara gitmesini, Scofield’in sanki Wagner-operasında yüz müzisyenin çaldığı orkestra çukurunun üzerinden bağırışına olanak sağlayan büyük metal levhalar. Shakespeare’de tiyatroya özgü nesnelerle kombine edilmiş gündelik hayatın nesneleri yerine “soyut” diyebileceğimiz, soyut anlamda her gün gördüğümüz herhangi bir dünyayı işaret etmeyen ama yine de bu dünyaya ait nesneler uygundur.
Filmde iç ve dış ilişkisine büyük anlam yüklemişsiniz, çünkü dışarının soğuğu ile ilişki Kralın Goneril ve Regan saraylarının kişisel, kapalı ve örtülü mekanlarından dışarıya atılan acılarının filmografik söylemi olmuş.
Evet, çünkü geliştirilebilecek binlerce tema arasından bununla, korunaklı iç mekân ile dış mekân karşılaştırması hemen düzen ve kaos ilişkisi tespiti oluyor. Lear kendini dışarıya vurmuş bulunca, işte o an, en ufak insani bir unsuru kontrol etmekten de vazgeçiyor. Düzensizlik yönünde savruluyor.
Filmde geçmişin ama gerçek dünyanın bazı unsurlarını, öte yandan süsten yoksun biçimde dışarıyı ... sadece karı ve resmi dolduran, reddedişin işareti olan beyaz gökyüzünü çıkardık. Betimsel olmayan aksesuvarları, dikkati kendine çekmeyen, ve her şeyden öte boş ve büyük alanları hazır olan şatoyu bulmak için elimizden gelen herşeyi yaptık. Ve bir de son sahne oyuncunun oyunu sayesinde, Scofield’in yüzü, ki hiç bir anında oynamıyordu, gerçekçiydi. Bütün film boyunca gerçekçi olan ile olmayanı birlikte kullanmaya çalıştık.

Bağlantı olarak Paris’teki “Centre International de Recherches Theatrales” grubuyla ilk resmi işiniz olan grubun oyuncusu Vincent Jourdheuil’le belirlediğiniz ATİNALI TİMON’a gelelim, Shakespeare metninde “sözcüklerin ışıltısı”nın cümlenin içinden çıkıp her yöne serpilen gerçek bir anlam patlamasına yol açan öneminden söz ettiniz. Düşünceye salınımlar getiriyor, cümlenin yapısal düzenini felç eden söylemler oluşturuyorsunuz. “Işıldayan sözcükler”le uğraşmak oyuncuların temel ödevlerinden biri. Bugünlerde 1991’de birlikte ORG TELAŞI’nı çalıştığınız Ted Hughes nedeniyle keşfettiğiniz, çoğunlukla and (ve) ile bağlanmış Shakespeareyen sözlerde düğümlenmenin öneminden bahsediyorsunuz ...

“Işıltılı sözcükler” terimini ATİNALI TİMON çevirisi sırasında Jean-Claude Carriere ile birlikte bulduk. İngilizcede cümlenin bölümlenişi, iyi kurulmuş yapısı değil, aksine düşüncenin çokyönlülüğünü barındırarak tek sözcükte bedenleştirmesi önemlidir. Bu çevrilmesi çok zor kelimenin büyük ağırlığı vardır ... Bir Ideogram’ı, daha çok Haiku’yu (Hieroglif bir ideogram, japon yazısı ise Haiku) andırır, çünkü bu birden çok anlamı içerir. “Işıltılı sözcük” inanılmaz rezonanz açığa çıkarır, oyuncu ise bunu kabullenilir kılmalıdır.

Bugünlerde Ted Hughes Shakespeare üzerine başka bir açıdan dikkati çekecek kapsamlı bir kitap yazıyor: Shakespeare iki nesneyi bağlamak için sıkça and (ve) bağlacını kullanır. Elisabeth’yen dönemde ingiliz dili galoptaydı, günden güne gelişiyor, entellektüeller sıkı kafa çalıştırıyor ve dile yeni kelimeler kazandırıyorlardı. Katıldıkları her sosyal ortama giriyorlar buldukları her betimleme biçimini – hemen dillendiriyor, hikayeleştiriyor – ve onların kılıyorlardı. Ayrıca tek seyirci onlar da değildi, oraya akın aden insan kitlesi içinde ayaktakımı, basit insanlar, yankesiciler de vardı. Bu yüzden Shakespeare sahnenin etrafına toplanan ayrımsız herkese dikkat etmeliydi. Bu devasa yapı sonuna kadar ancak böyle ayakta kalabilirdi. Ted Hughes haklı olarak Shakespeare’in nadir, bilinmeyen sadece halkın bir bölümünün anladığı bir sözcük kullanınca devreye hemen gündelik hayatta sıkça kullanılan karşılığını da yazıyordu, böyle durumlarda “and” (ve) gündelik betimlemenin katılmasına, sözlerin herkes tarafından anlaşılmasına yarıyordu. Bu yöntemle entellektüel doyuruculuktaki ile, halk kinayesini bir “and” (ve) ile birleştirmiş oluyordu.
Söyledikleriniz, Shakespeare üzerine temel belirleyen bir gözlem, vurguladığınız gibi hiç bir zaman tek düzlemde kalmamış, soylu tiyatro kadar, soysuza da uzanmış. Sürekli olarak bir düzlemden ötekine sıçramış. Karşı duruşların bu sınırsız değişimi içinde Shakespeare kimliğini seçebiliyor musunuz? Şu soru akla takılıyor, tiyatronuz bu büyüleyici hareketle belirlendi mi, sizin yaptığınızla Shakespeare’de keşfettiklerinizin arasında bir benzeşme efekti var mı?
Beni çok uzun zamandır hayrete düşüren bir şey var. Hızlı yazdığına inanmamız için her türlü nedenimiz var. Yazılı bir kanıt yok, ama her şey çok hızlı yazdığını, sürekli düzelterek metni çekmecesinde dinlendiren türden bir yazar olmadığını kabullenmemize neden oluyor. Görece kısa yaşam süresi içinde bu kadar oyun yazabilmesi için çok hızlı çalışan, üzerinden dumanlar çıkan bir sanatçı resmi çiziyor bizlere. Durmaksızın, yorulmaksızın yazmış olmalı. Bu hız bize bir şairin nasıl çalıştığını daha iyi kavramamız gerektiği şartını getiriyor. Bir şair ile herhangi biri arasındaki temel fark, şair bir kelime bulup cümle oluşturduğu zaman, bu deneyiminin sadece bir miktarını değil, tamamını uyarır. Derler ki, hepimiz beynimizde bir ömür boyu yaşadığımız bilgileri tutarız, ama bu devasa, en ilkel, dipteki ve sağlıklı deneyimlerle karışmış bilgiye sadece kısmen erişebiliriz. Shakespeare biriciktir, çünkü onun yazışı bütün alanı mobilize edecek denli bizi bu uyarılmışlık durumunda gösterir, örneğin Lear’in kızının bakışı üzerine söyledikleri ... Bütün yaşam onu beslemek için oradadır, ve dürüst bir hayat hiç bir zaman dürüst değildir, daima karşıt katmanını oluşturur. Shakespeare cümlesi Figüre tüm bu katmanlar arasından gerçek bir canlıymış gibi geçmesine izin verir. Bazı oyunlarımda bu hareketi yakalayabildiysem o zaman çok şanslı olduğumu söyleyebilirim.

LEAR üzerine yaptığınız çalışmaların çağrıştırdığı belki de özel bir soru: Büyük bir tiyatro gösterisini tamamlamış olma duygusunu taşıyan sizin gibi bir sanatçıyı bundan bir başka bir şey, bir film yapmaya iten nedir?

Şurası kesin, en doyurucu deneyim büyük bir gösteri yapmış olmaktır, özellikle tiyatroda. Ancak film ve televizyon da tabii, hayatımızın bir parçası, içine girmiş, karşı konulamaz. Ayrıca hep yalan söylenemez, öyle ya da böyle, mümkün olan olası araçlarla başyapıtları kalabalık seyirciyle buluşturma olanağı varsa ve bu isteniyorsa. Nasıl yapmalı? Bu arayış büyüleyicidir. Bu soruyu yanıtlamak için yanlışları, sorgulayıcı başarısızlıkları göze almalıdır, ama bu sırada buluşlar da yapılabilir. Şurası kesin: gerçi sahnede daha hassas, içsel ve doğru oldu ama Shakespeare’i sinemada gösterme deneyleri sağolsun. Objektif, sözün kötü anlamında, komedyenler dünyasına ve tiyatral abartıya karşı duygusuz ... Bu gün bir çok film aşığı fazla jest yapan aktöre “kendisiyle dalga geçebilmesi için bu oyuncuyu filme çekmek yeterli” diyor. Ayrıca film oyuncuyu, güzel sesle zarif hareketlere zorlayan oyunculuk kaygısından kurtardı. Film icat olunmasaydı, Shakespeare böyle oynanamazdı ... Böyle tiyatro ile sinema arasında gidip gelmek bugün bana dayanılmaz geliyor. Tiyatro ve film arasındaki ilişki Shakespeare çerçevesinde bakılınca çok zor, ama her seferinde denenmeli. İşe yarar. Bu türden, sahnede gerçekleşişi tüm zamanlar için geçerli bir Shakespeare oyunundan Film yapmış biri olarak, hiç bir zaman gerçekleşecek olmasa bile, diyalog kurma denemesi değerlidir.


Ömrünüz boyunca Shakespeare size eşlik etti. Belli bir anda oyunlarınızın listesine bir bakış fırlattım, iki Shakespearyen metni sahneleyişiniz arasından beş yıldan fazla süre geçmediğini keşfettim. Yine QUI EST LA, tiyatro ve onun doğası üzerine yapılan temelli bir sorgulama sonucu HAMLET’i çekirdek bölgeye oturtuyorsunuz. Kapatırken şunu sormak istiyorum- ilk sorunun yaklaşık tekrarı gibi, ama bu kez Shakespeare’e bakarak: Zaman içinde ne değişti ve neler aynı kaldı?

İnanıyorum ki, bütün yaşam olayların bilgisiyle ileri doğru bir adım, ama gördüğümüz ve anladığımıza inanışımız hiç bir zaman tam ve bütünüyle geçerli değil. Yaşam için geçerli olan, Shakespeare’e giriş için de geçerli. Tıpkı bir çocuk gibi şıklıktan oldukça uzak çalışmaya başlanır, daha sonra yavaş yavaş nasıl yapacağını öğrenirsin. Ama nasıl yapılacağını, nasıl başa çıkılacağını yaşamdaki büyük zaferlerde olduğu gibi sanki aniden keşfetmişsin gibi inanarak başlanır; açıklıkla üstüne basarak söylüyorum, deneyimler anımsatıyor ki inanılan her şeyin ötesine geçen ne varsa Shakespeare’yen yapıtlardır. O bütün bir yaşamın meyvesidir. Bu yüzden bu gün Shakespeare yapıtı gibi bu denli zengin bir yapıtı, tiyatro gibi gizemli ve ölçeklendirilemez bir yerde sahnelemek ve çözüm bulmak zorunda kalınca, görüyorum ki, çok az şey anlıyorum ... başlangıç satırına göre. Bu gün Shakespeare ile uğraşacak olsam, benim için zafer ilk adımlarıma göre sınırsız risklerle dolu olur,
diye hissediyorum. Hayır, “Evet, belli eserlerde ustalaştığım, bu kadar oyun sahnelediğim için, biliyorum” demeyi reddediyorum. Tam tersine, ilk sahneleyişimde tiyatronun olanaklarından Shakespeare metninin içindeki katmanlardan haberim yoktu. Sürdürebilmem için belirli bir sevgim vardı, büyük bir tutku ve bol enerji bana yardım ettiler. Ama bugün biliyorum ki, perde açıldığı sürece tiyatro yapmak giderek zorlaşıyor. Shakespeare’in metni değişmiyor, ama tiyatro durmaksızın değişiyor; hareket halinde olansa ikisi arasındaki ilişki. Evet, bu gün baştakine göre daha az anlıyorm, ve zafer benim için daha da gözümde büyüyen bir şey.
Bilgelik bir münzevinin hayatın ne olduğunu anlamak için çöle gitmesi gibi olmalı. Geri döndüğünde sormuşlar: “hayat nedir?” “Bir çeşme,” demiş – “neden bir çeşme?” diye sormuş genç bir adam. –“İstemiyorsan çeşme olmasın.” İşte yaşlıların bilgeliği böyle bir şey.

Güzel bir hikaye, hoşuma gitti..

H. Mueller / Resmi Tasvir

Steple ve savan arası bir arazi, gökyüzü prusya mavisi, iki dev bulut yüzüyor içinde, sanki tel iskeletlerle, her halükarda bilinmeyen bir teknikle tutturulmuşçasına, büyük olan soldaki herhangi bir boş zaman parkındaki tasmasını koparmış lastik bir hayvan olmalı, veya yuvasına uçan bir parça Antarktika, ufukta alçak sıradağ, arazinin sağında bir ağaç, daha özenli bakışla farklı yükseklikte üç ağaç, mantar şeklinde, kökler yan yana, belki de aynı kökten, ön plandaki ev sanayi ürünü olmaktan çok el yapımı, ihtimal betondan, bir pencere, bir kapı, çatısı evin önündeki ağacın onu aşıp yükselen yapraklarıyla örtülü, ağaç gerideki gruptan farklı türden, meyvesi yenilebilir, veya göze konukları zehirlemeye uygun gibi görünüyor, bir bahçe masasında bir cam kavanoz, ağaç tacının gölgesinde kalmış belli belirsiz, içinde limona benzeyen meyveden altı veya yedi tane, masanın duruşuna bakılırsa, kaba elişi, çapraz ayakları yontulmamış taze kavak gövdesinden, katlanır, güneş, veya ışığı her zaman bu bölgeye ne gönderiyorsa, resim anında zirvede duran, belki GÜNEŞ duruyor orada, daima ve SONSUZDA: hareket edip etmediğini resim belirtmiyor, bulutların da, tabii bulutsa onlar, belki de bulundukları yerde yüzüyorlar, onları tutan tel iskeletin sabitlendiği lekeli mavi tahtaya keyfi bir tanımlamayla GÖKYÜZÜ deniyor, bir ağaç dalına kuş tünemiş, yapraklar türünü gizliyor, akbaba olabilir veya tavus kuşu veya tavus başlı bir akbaba, bakışı ve gagası resmin sağ yarısına hakim kadına yönelmiş, kadının kafası sıradağı yarıyor, yüzü hoş, çok genç, burnu uzundan öte, dibi şişmiş, belki de yumruk yemiş, bakışları yere dönük, bir resmi unutamıyormuş ve/veya bir başkasına bakmak istemiyormuş gibi, saçlar uzun ve meçli, sarı veya gri beyaz, sert ışık farkı yok ediyor, giysisi eleğimsi kürk bir manto, geniş omuzlara uygun kesimde, iplikleri seçilen, ipekten olması olası ince gömleğinin üzerinde, çok uzun sağ kolunun sökük yerinden kalbinin, yani sol göğsünün hizasına kaldırdığı kırılgan ön kolu görünüyor, bir savunma jesti veya sağır-dilsiz diyalogu, gardında bildik bir korku hükümran, dayak çarpma saplama olup bitmiş, savunması düşmüş, yara artık kanamıyor, korkuya yer bırakmayan boşluğa yönelmiş yineleniş, kadının yüzü seçiliyor, ikinci bir tasarıma göre, sıçan suratlı, çam ağacını sözcük leşlerini ve dil pisliğini öğüten bir kemirgenler meleği, mantosunun sol kolu paçavraya dönmüş, saldırı veya kaza sonrası yırtılmış gibi, hayvan veya alet, kolun yaralanmamış oluşu ilginç, yoksa kolundaki kahverengi lekeler pıhtılaşmış kan mı, uzun parmaklı sağ elin duruşu sol omuzdaki ağrıya mı delalet, yen içindeki kol kırık, ya da eti yaralı olduğundan mı öyle sarkık kalmış, kol el kökünün but kısmından kesik, çalıntı olmalı el, bir kütük (belki de kan bulaşmış) veya bir çengel, kadın dizlerinin üstüne kadar hiçlikte duruyor, resim çerçevesince ameliyat edilmiş, ya da evden çıkan adam gibi yerden bitiyor ve eve saklanan aynı adam gibi yok oluyor, eğer HERŞEYİ GÖRMÜŞ göz kısılarak resme kilitlenirse, iki göz kırpma arası fark edilen, çerçeveyi aşan, sona ermeyen hareket durulana dek, köklerin sürgün eylemine katılaşmış toprağa ve dip suyuna yağan uçuş, pencere ağaç ve kadının arasında sonuna kadar açık, perde dışarı sallanıyor, fırtına evden çıkacakmış gibi, ağaçlarda rüzgardan eser yok, yoksa fırtınayı çeken kadın mı, ya da yerden biterek ocaktaki küle mi çağırıyor onu, ne yada kim yanmış, bir çocuk mu, başka bir kadın mı, bir sevgili mi, yoksa aslında kendi artığı mı o kül, beden mezarlıkların zulasında korunur, adam kapının aralığında, sağ ayağı kısmen sallantıda, sol ayağı bilinmez bir güneşin kuruttuğu, ot lekeli kahverengi yere sabit, sağ elinde öne uzanan kolunda, bir kuş, bir avcının kanadını parçalayan kancasında, kıpırdanan çok uzun yamuk parmaklarla donanmış sol el, ölüm korkusu sinmiş tüyleri yoluyor, görene göre bir sessiz çığlığa aralanmış kuşun gagası, ağaçtaki kuş ta sağır, ilgilenmiyor kuşla, pencerenin karesinden görünen türdeşinin, tünediği yerden göremediği iç duvardaki kara damarlı iskeletinin, onunla hiç bir alakası yok, adam gülümsüyor, adımı sallanıyor, bir dans adımı, görüp görmediği belirsiz kadını, kördür belki de, körlerin dikkatidir gülüşü, ayaklarıyla görmektedir, ayağına takılan her taşa gülüştür, veya iş üzerindeki katilin gülümsemesidir, neler olmuştu çapraz bacaklı masada, üzerinde meyve dolu kase ve içinde hala masadan ve kenarından damlayarak geniş bir gülüşle masanın altına yayılan, siyah bir sıvının çınladığı devrilip kırılmış şarap bardağı olan, önündeki yüksek arkalıklı sandalyenin bir özelliği var: dört bacağı yarı boydan, dağılmasını engellemek istercesine bir telle bağlanmış, sağda ağacın arkasına atılarak devrilmiş bir başka sandalye, arkalığı kırık, tel korunak kare değil, yalnızca bir Z, belki daha önceki bir yükleniş, belki bir ölüm, dayanıksız kıldı öbür bacakları, yada vahşi bir sevişme, veya ikisi birden, adam sandalyede, onun üzerinde kadın, dölyatağında organı, kadın adamı ziyaretinde içinden çıkmak için uğraştığı mezar toprağının, kürk mantosundan süzülen dip suyunun etkisiyle daha da ağır, hareketleri sakin bir sallantı önce, sonra giderek hızlanan bir süvarilik, ta ki orgazmı adamın sırtının sandalyenin arkalığına, kırılmasına yol açan yüklenişine dek, masanın köşesindeki şarap bardağını devirmiş sırtı kadının ve, meyvelerle ağırlaşarak kayan kase, kendini öne doğru fırlatıp kadın kollarını adamın boynuna, adam da kürk mantonun altındaki kollarını dolayarak kadını, kadın da adamı boynundan ısırınca, birden masanın kenarında kalıvermişti, sandalyede oturan kadındı ya da, adam arkasında durmuştu, başparmaklarını birleştirip ellerini boynuna dolamıştı, oyun gibiydi önce, orta parmaklar hissediliyordu sadece, sonra kadın sandalyenin arkasına doğru bükülerek tırnaklarıyla adamın kol kaslarını tırmalamış, kafası kanla dolarak, boyun ve alın damarları ortaya çıkıp, yüzü mavimtrak kırmızı bir hal alınca, bacaklarını çırpıştırarak masaya çarpmış, şarap bardağı devrilmiş, kase kaymaya başlamıştı, çemberi tamamlamış mıydı acaba boğazlayan, başparmak başparmağa, parmak parmağa, kadının elleri kollarının ucundan yavaşça düşene ve gırtlağın veya boyun kemiklerinin, çatırtısıyla işin sona erdiğini belli edene dek, belki de ölümün ağırlığı ile adam o an ellerini çektiğinde, sandalye arkalığı veya kadının mavimsi kızarmış yüzü öne doğru, içinden o koyu sıvının, şarabın ya da kanın, yere doğru yol aradığı şarap bardağına devrilmişti, ya da kadının çene altında boğazındaki limelenmiş gölge bir bıçağın kesiğiydi, limeler boynu boyunca ve yüzünün sağındaki saç tutamında uzanan pıhtılaşmış kandı, kapı tokmağında solak caninin izleri, sağdan sola doğru hat çizmişti, ceketin eteğinden sarkıyordu bıçağı, kırılmış bardağın parçaları birleşirse ve kadın, boynunda yara izi olmadan doğrulursa masadan onu yine kullanacaktı, yoksa kana susamış melek kadın mıydı, kuşun gırtlağını ısıran ve açılan boğazından, ölülerin gıdası kanını, bardağa boşaltan, kuş için değildi bıçak, göz hizasına kadar yerin renginde adamın yüzü, alnı ve görünen eli kağıt gibi beyaz, tüyleri tutan öteki görünmüyor, eldiven takarmış hali var aleni faaliyetinde, resmin şu anında neden takmıyor, arazinin ışığına uygun ve renkleri belirgin kılacak, pişen alnına neden şapka gibi bir şey takmıyor, ne olabilir işi, adama göre belki gündelik cinayet varsayılan gündelik diriliş kadına göre belki de, hayvanlar sadece bulut gibi görünüyor bu arazide, hiç bir elle tutulamaz, bir çağrı kapanına yakalanmış, ağaçtaki kuş son istihkak, abartılı olur otları yolmak, GÜNEŞ, belki de bir çoğu GÜNEŞLERİN, yakıyor otları, hemen toplanır kuşlu ağacın meyveleri, sadece kağıt beyazı doruğu seçilen alçak sıradağların oralardaki çelik ağa uzanmış mıydı boğazlayanın kıpırdanan parmakları, yeraltındaki ölülerin yer değiştirmelerinden kopan taş darbelerinden korunma mıydı, mezarlıklardaki gelişim birtakım açılardan, Planetin gizli nabzıydı, resmin ima ettiği buydu, iskeletinin asılacağı duvardaki yeri ile, çabuk sindirilecek ağaçtaki kuş, hafif ağırlığı ile eşikteki eylemci katile, sınırına ulaşan süreğenliği ima ediyordu belki, ya da hareket tersine dönerdi, yılanların dağlardan indirdiği ölüler diriliş fırtınasındaki mezarların ahalisi tam kadro olana dek, yoksa çarpıcı bakışları ve vantuz gibi ağzı olan, üzerinde büyük manevranın yapılmak zorunda olduğu araziyi sondajlayan, öte alemin MATA HARİ’si, hiçlikten sılaya dönen artıkları, aç iskeletleri etle, topraktan kanı emen damarlarla kuşatılmış eti deriyle kaplayan bir karşılayıcı mıydı kadın, ya da bu meleğin elbisesinin içi boş muydu, daha fazla vücut bulamadığı için yer altında balçıklaşan et kütlesi, ölülerin rüzgarda cennetin polisine salladığı ÖFKELİ PARMAK, canlanışın doğal düşmanlarının karşısına evine yerleştiği rüzgarı çıkaran öncü ve RÜZGARIN GELİNİ, o anda fırtına olmuş esiyordu rüzgar, kadını gösteriyordu rüzgar gülü, belki de katil (gizli) görevi kuşları yok etmek olan hizmetçi, bir ölüydü sadece, işinin hemen erişecek sonunu gösteriyordu sallantıdaki dans adımı, üzerindekileri çıkarırdı çalışmasının sonunda, belki de yeraltına geri dönmedeydi kadın, fırtınadan döllenmişti yeniden doğumun tohumları, eklemlerin, kemiklerin, kıymıkların ve iliklerin patlamasından, parçaların arasındaki mesafeyi işaret ediyor rüzgardaki hazırlık, ve belki de, depremin soluğunun yurtlandırması ile gezegenin derisinden püskürüyordu, BÜTÜN bunları oluşturanlar, yıldızların ölüleriyle çiftleşmesi, aslında kemiklerin yerine geçen sinirden, örn. tıpkı görünmez kökleriyle kulübeye tırmanan ve içini tavana dek çoktan kaplamış olan sarmaşık gibi veya sandalyelerin telden aksamı gibi, sıradağı yeryüzüne mıhlayan ağ gibi veya, ya da her şey farklıydı, sıradağdan görselliği kötü taramayla esirgeyen özensiz bir boya kaleminin ay haliydi çelik ağ, belki de bir planı takip etmekteydi kompozisyonun seçimi, bir levha üzerinde mi duruyor ağaç, kökleri kesilmiş, ardındaki farklı türden ağaçlar, ağaçların bilinmediği bir iklimin bitkisi, uzun konçlu mantarlar mı, beton kütle nasıl gelmiş araziye, taşıma veya taşıt izi yok ortada, SÖYLEMİŞTİM SANA BİR DAHA GELMEMELİYDİN ÖLÜDÜR ÖLÜ, bir sürtünme izi yok yerden ışıyan, GÖKYÜZÜNDEN düşmüş, ya da sadece bırakılmış, ölüler tarafından solunabilen, GÖKYÜZÜ olarak belirtilenin üzerinde sabit bir noktada hareket eden, kucaklayıcı kolu olan bir hava, bir müze eseri mi bu sıradağ, içinde sıradağların saklandığı yeraltındaki bir sergi mekanından mı ödünç alınma, çünkü dağlar doğal yerlerinde meleklerin alçak uçuşunu engeller, bir araştırmanın düzeni “bütün” bu resim, tasarımının hamlığı deney hayvanlarına ilginin vurgulanışı, adam, kuş, kadın günlük ölümlerin kan pompası, adam kuş ve kadına karşı, kadın kuş ve adama karşı, kuş kadına ve adama karşı gezegene güç sağlayan madde, kan mürekkep, kağıtsı hayatı renkle tarifleyen, onun gökyüzünü de anemiye zorluyor etin dirilişi, aranan: açık vermesi akışın, aynıların dönüşündeki farklı olan, sözsüz metindeki kekeleme, sonsuzluktaki delik, belki çözülen bir HATA: katilin dağınık bakışı bıçağın keskin yüzüyle ağaçtaki kuşun üzerinde, boşluğunda arazinin, sandalyede kurbanının boynunu sınayan, kesmeden önceki duraksama, kan akmadan önceki göz kapama, kadının boğazını bir an sıkmayı gevşeten kadının gülüşü, bıçak tutan eli titreten, kesmenin parıldayışını donduran kuşun pikesi, adamın tepesine konuş, sağa ve sola iki gaga darbesi, fırtınanın girdabına kan püskürterek kadını arayan körün sendeleyişi ve çığlığı, anlık bir hata sırasında doğuveren korku, iki bakış arası bir zamanda oluşan görme hattı, umut hızla yönelen bıçağın artan dikkatinde, aynı anda yoruluşundaki keskin sırttadır, korkunç olanın bilincinde çakıveren güvensizlik: CİNAYET bir cinsiyet değişimidir, KENDİ BEDENİNDE YABANCI, bıçak yaradır, satır sırtı, aksayan görünüm dahil mi plana, mercek hangi alete sabitlenmiştir, bakışın rengini emen, retina hangi göz boşluğuna gerili, kim YA DA NE sorguluyor resmi, AYNADA OTURMAK, dans adımlı adam BEN miyim, mezarım onun yüzü, boğazında yara, sağ ve sol ellere paylaşılmış kuş, BEN ağzında kan olan kadın mıyım, BEN gagasının iziyle katile gece yolunu gösteren kuş muyum, BEN donan fırtına. 
(No-oyunu KUMASAKA’ya, Odysse’nin 11. Şarkısına ve Hitchcock’un KUŞLAR’ına atıf olan RESMİ TARİF, ALKESTİS’in üstünün kaplanışı gibi okunabilir. Metin ölüm tarafındaki bir araziyi betimliyor. Anlatılan geçmiş olduğu için davranış gelişigüzeldir, yokedilmiş bir dramatik yapının anılarındaki patlama gibi.)
 
Özgün Metin : Heiner MÜLLER
Çeviren : Ergün Işıldar

SHAKESPEARE OYNAMAK

Tüm sanatsal disiplinlerin klasik olarak betimlenen bir geçmişi vardır. Modern onun üzerine yükselir. Klasik olan o sanatsal disiplinin özüne dair en özel niteliklerini içerir. Klasik olan o sanatsal disiplinin kendi geçmişi, öz tarihidir. Yani modernden kopmak istemeyen, ustalaşma sürecinde yol almak isteyen her sanatçı, klasik köklerini kavramaktan uzaklaşmamalıdır.

Klasik olan o denli mesleğin özüne dairdir ki, çağın koşuşturmacası içinde mesleğin özüne dair olanlardan uzaklaşıp uzaklaşılmadığını anlayabilmek ve subjektif yanılsamaları sınayabilmek için yeniden klasiklere yönelinmelidir.

Bu anlamda sadece Shakespeare değil, Çehov vb. modern klasiklerden sayılan diğer önemli oyun yazarları da oynanmalıdır.

Bu oyunların seyircinin günlük hayatından uzaklaştığı, onlara yabancılaştığı savı doğru değildir. Bir yapıt, insan için evrensel olan bütün değerleri bünyesinde hala barındırdığı için klasik olarak kalmayı becerebilmektedir. Eğer onu seyirciden uzaklaştıran ögeler varsa, bu mutlaka sahneye uygulanışı açısından sorgulanmalıdır.

Evet, klasik kalıpların çağımızın temposuna göre daha yavaş olduğu ileri sürülebilir. İnsanlar saatlerce laf cambazlığı dinlemekten sıkılıyor denilebilir... Kim dinlenememektedir? Metin mi, söyleyen oyuncu mu? Ya da oyuncunun öyle oynamasına neden olan yönetmenin metne yaklaşım biçimi mi?

Bence çağını ve onun sorunlarını gözden kaçırmayan her tiyatro sanatçısı Shakespeare gibi klasik yazarlarda kendi çağına ayna tutabilecek birçok şeyi yeniden keşfedecektir. Çözüm şurada: Seyirciden kopuk olmayan sahne uygulamasını başarmak. Kastım “az laf çok iş!” diyerek ele alınan metni kuşa çevirmek değildir her zaman, aksine o metnin özelliklerini kendi hissettiği kadar seyircinin de hissetmesini sağlayabilecek gibi sahnelemesidir. Burada yönetmen uyuz kaşıma tavrından, seyirciden daha bilgili olduğunu onun yüzüne vurmaktan değil, seyirciden yana tavır almalıdır. Mesele insanın tüm kötü zaaflarına rağmen,  geçmişte vardığı medeniyet düzeyinin, bu günün insanına hissettirilerek mutluluğunu artırmaktır.

İyi olan hiç bir şey seyircinin gözünden kaçmaz. Üstelik bu Shakespeare metni gibi mükemmele yakın olduğu için uygulaması müşkül bile olsa.

Eski yazılarım ve hakkımdaki yazılar

4 Nisan 2011 Pazartesi

Adem Dursun Röportajı :"www.tiyatrom.com"





Oyuncu - Yönetmen
Mehmet Ergün Işıldar
Oyunculuğunun yanı sıra reji denemeleri de yapan Ergün Işıldarile Berlin'de Tiyatrom'da tanıştım. Uzun yıllar emek verdiği Şehir Tiyatrosu'ndaki çalışmalarının dışında seslendirme yapmakta, geçmişte sinema ve televizyon filmlerinde de oynadığını öğreniyorum kendisinden.Görev aldığı oyunlardan bazıları: Kafatası, Sabahat, Macbeth, Meraki, İlk Evlilik (Yönetmen), Tahterevallide Üç Kişi (Yönetmen), Barışa Şans Verin, Altı Derece Uzak, Kuyruklu Yıldız Altında ve Müfettiş gibi... 1956'da Ankara'da doğmuş fakat İstanbul'a göçüp orada büyümüş. Tiyatro ile ilişkisi yedi sene boyunca yatılı okuduğu İstanbul Erkek Lisesi'nde başlamış. 1970 yılında Zincirlikuyu'daki yeni sahnelerinde çocuk oyunları yapmaya karar veren Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu'nda açılan sınavı kazanarak oynadığı, Ferih Egemen'in "Ben Çalmadım" ilk oynadığı oyun Işıldar'ın. Daha sonra Turgut Özakman'ın "Ocak" oyunundaki "Özcan" rolü ile İLTÖ Şenliği ve AKM yangını sonrası yapılan Liselerarası   Şenlik'te "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ve "En İyi Dekor" ödüllerine layık görülmüş. Okulda sosyal etkinlikleri ile dikkati çeken Ergün, İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nü kazanınca İstanbul Erkek Lisesi'ni bırakmış. 1976 yılında İBŞT Yerinden Yönetimi'nin açtığı sınavla Şehir Tiyatrosu'na yevmiyeli olarak girmiş. 1978 yılında Stajyer Kadroya alınan Ergün Işıldar,TİSAN kuruluş çalışmalarına, Barış Komitesi ve Halk Kooperatifi çalışmalarına da katılmış. 12 Eylül 1980 yönetiminin icraati sonucu, Ana Kadro'ya alındığı yıl kurumda uzaklaştırılmış. Dokuz yıl boyunca bir çok değişik tiyatro topluluğunda çalışmış. 12 Eylül sonrasında tanıştığı ilk özel tiyatro Genco Erkal'ın daveti ile Dostlar Tiyatrosu olmuş. İstanbul Sanat Etkinlikleri Sahnesi kurucularından. (Kelaynaklar Kukla Yapımı, Yönetmen Yardımcılığı, Perküsyon), Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu (Kaldırım Serçesi), Egemen Bostancı Şan Müzikholü oyunculuk ve yönetmen yardımcılığı (Aslan Asker Şvayk, Carmen, Arkadaşım Eşşek, vb.), görevlerinde bulunmuş TODER kuruluşunda aktif olarak görev almış. Bu dönemde "Şalvar Davası" ve "Çıplak Vatandaş" gibi filmlerde de görev almış. 1984 yılında reklam sektörüne geçen Işıldar, Ajans Ultra'da düzeltmenlik, metin yazarlığı, Trafik, Medya ve Genel Müdür Asistanlığı gibi görevlerde bulunmuş. 1988 yılında devletle olan mahkemesini kazanan Ergün, tekrar Şehir Tiyatrosu'na geri dönmüş olup halen burada oyunculuk, yönetmenlik ve seslendirme görevlerini yapmakta.Aşağıda sizlere onun Türkiye'de tiyatro sanatı, tiyatro oyunculuğu, özel tiyatrolar gibi konular üzerine düşüncelerini kapsayan iki yazısını sunuyorum:Türkiye’de gündelik tiyatro ne durumda? Tiyatro’nun gerçeği, bütün her şey gibi hayatın gerçeğinden bağımsız değildir elbette. Eğer eğitim ve öğrenim giderek bozuluyorsa, amaç sadece üniversiteye kapağı atmak, bir diploma sahibi olmak ile sınırlı bir faaliyete dönüşüyorsa, insanlar giderek yanlızlaşıyor, sosyal yaşam tadını ve niteliğini yitirip, iktidarın paydaşı olmak için iktidarın sembolü parayı ele geçirmek adına ölümcül bir yarışa girişiyorsa, tiyatro adına verilen mücadele de o kadar anlamsız görülecektir çağdaşımıza. Sıradışı olan istisnadır. Tiyatroda büyük işleri hedefleyenler öncelikle sıradan tiyatro pratiğinin yaşayıp yaşamadığına bakmalıdır. Türkiye’de gündelik tiyatro etkinliği ne durumdadır? Kaç tiyatro, kaç şehrimizde perde açmaktadır tiyatro sezonu boyunca? Bu sayının yetersizliği hepimizin malumu. Bu nedenle henüz ülkemizde kök salmamış bir sanat olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Klasik ve sıradan olan tiyatroyu yaşatamayan bir toplumda dram sanatının evrimi ne denli rahatlıkla tartışılabilir? Bu koşullar altında tiyatroyu seyirciye cazip kılmak için çabalayan meslektaşlarımız zaman zaman yılgınlığa kapılıyorlar. Buna bir de eleştirmenlerin ilgisizliği ve yapılan etkinliklere moral bozucu yaklaşımları da eklenince iyiden iyiye kısırlaşıyor tiyatro eylemi. Bir başka yazımda Türkiye’de özel tiyatro değil özgür tiyatrocular olduğundan dem vurmuştum. Tiyatronun varlığını salonlara ve onun işletmeciliğine bağlamıştım. Salon sorununu çözemeyen tiyatro kalıcılaşıp gelenekleşemez çünkü. Tiyatroda prodüktör prodüksiyonunu gerçekleştirmek için o oyunun gerektirdiği en iyi kadroyu ve diğer unsurları bir araya getirmeye çalışır. Oysa ana sermayesi kendisi olan özgür tiyatrocuya gereken sadece fonu yaratmaya uygun elemanlardır. O uygun eleman kendi fiziği içinde en yetenekli oyuncu da olabilir, bunun önemi yoktur, o fonu tamamlamakla yükümlüdür. Çünkü Türk seyircisi oyun izlemeye değil, ünlü aktörü veya aktrisi görmeye gider tiyatroya diye düşünülür.





İstanbul Şehir Tiyatroları, Cumhuriyet idealimizin hâlâ ayakta durmayı başaran nadir kurumlarındandır

İstanbul Şehir Tiyatroları, dünyanın en eski, en köklü sanat kurumları arasında yer alır. Böylesine güçlü bir geleneğe dayanan kurumların yapılarıyla oynamaya kalkışmak ise, son derece risklidir. Özellikle, bürokratların vesiyasetçilerin, kurumun bünyesine müdahaleye kalkışması, daima büyük huzursuzluklara ve 12 Eylül örneğinde olduğu gibi, kalıcı kimi hasarlara yol açar, açmıştır.

Salt bugünkü Belediye yönetimi döneminde, dört ayrı Genel Sanat Yönetmeni'nin atanmış olmasını, apaçık bir huzursuzlukla karşıladığımı ve tasvip etmediğimi belirtmek zorundayım. Dünyanın hiçbir yerinde, bir sanat kurumunun yöneticiliğine 1 yıl için atama yapılmaz, böyle bir yaklaşım onay görmez. Böyle bir durumda, bir yıl önce yapılan atamanın hangi saiklere dayandığı konusunda kuşkular uyanması kaçınılmazdır. Bir Genel Sanat Yönetmeni, yalnızca bir sezon sonra görevden alınırsa, Şehir Tiyatroları'nın bir "yap-boz tahtası"na dönüştüğü izleniminin oluşmasını önlememiz güçleşir ve bu da köklü bir sanat kurumuna, yalnızca zarar verir.

Ne yazık ki, kurumun âkil kişilerine danışma gereği duymaksızın yapılan atamalar, tiyatro sanatının kimi "Batınî" kurallarını da örselemektedir.
İstanbul Şehir Tiyatroları, Cumhuriyet'e hediye edilmiş bir büyük kapitaldir. Kötü yönetimlerle, darbelerle, dış müdahalelerle örselenmiş Cumhuriyet idealimizin, hâlâ ayakta durmayı başaran nadir kurumlarındandır.Şehir Tiyatroları'nın, tiyatro sanatının etik ve estetik gelişimi doğrultusunda yeniden yapılandırılması ve ademi merkeziyetçi bir sisteme yönelerek yaratıcı üretimin önündeki bürokratik tıkanmaları aşması için çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Bürokratik müdahalelerin tarihi boyunca Şehir Tiyatroları'nda sadece zaman yitimine ve kargaşaya yol açtığı hususuna da, dikkat çekmek zorundayım.Şehir Tiyatroları'nda görev almaya talip olan bütün arkadaşlarımın, iyi niyetlerinden hiçbir biçimde kuşku duymuyorum. Nedir, tiyatro sanatının ve mesleğinin, iyi niyeti aşan bazı unsurlara, özelliklere, formasyonlara gereksindiği de bilinir. Göreve atanan çalışma arkadaşlarımın, en azından bugünden sonra, konumlarına layık olmalarını ve kurumumuzu bürokratik müdahalelerden sakınma yönündeki geleneksel davranış modelimizi hayatta tutmalarını diliyorum.


Şehir Tiyatroları ve Türk Tiyatrosu Nereye?...Yıllardır kendi alanlarında kendilerini rakipsiz gördükleri, ilişkilerine fazlaca güvendikleri için Belediyeye İETT tarzı bir bağımlılıktan çekinmeyen Tiyatrocular, son atama uygulamaları ile galiba biraz aydılar..Yıllardır, "Ne kadar hata yaparsak yapalım, Tiyatromuzu ve giderek kendi alanımızı temsil edecek kişileri biz belirleyelim, Belediye Başkanı'na adaylarımızı biz önerelim, bu kurumu batıracaksak bile kendimiz batırma sorumluluğumuzu alalım!" görüşümün ne kadar haklı olduğu, kuruma yapılan son müdahalelerle iyice su yüzüne çıktı. Ve ne yazık ki bu cüretkarlığa destek olanlar, yine meslektaş diye bildiğimiz kişiler oldular.Yine ne yazık ki bu türden yazılarda dönüp geçmişimizdeki yüce Tiyatro kişiliklerini ve onların doğrularını anmak zorunda kalıyoruz. Muhsin Ertuğrul'un bu kurumun sanatsal ve idari yönetimlerini neden birbirinden ayrı tutmak için çabaladığını daha net görebilecek deneyimler yaşadım ben. Bir kehanet demeyin ama, mesleğimizin idari kadrolarında çalışan kişilerin sanat politikalarına müdahalelerinin sonuçlarını sanırım bu sezon yaşama fırsatımız olacak bu gidişle. Yaşayıp göreceğiz.Bu yazıyı yazmaktaki amacım "Su testisi su yolunda kırılsın" diyedir. Su testisi ile asfalt taşınıyor, uyarmadı demeyin!

Sanatla kalın,





CV

Ergün IŞILDAR      ( Cv son hali )
Doğum Tarihi: 27 Temmuz 1956

Eğitim Durumu: İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü
İstanbul Erkek Lisesi (terk)

Oynadığı veya Yönettiği Oyunlar Mesleki Çalışmalar: „Kısasa Kısas“ - 1976, „Düğün ya da Davul“ - 1976, „Sabahat“ - 1976, „Kendini Yazan Şarkı“ - 1976 „Bir Şeftali Bin Şeftali -ÇO“ - 1976, „Sakarca“ - 1977 „Kurtuluş Savaşından Müzikli Belgeler“ - 1977, „Eşeğin Gölgesi“ - 1977, „Coriolanus“ - 1977, „Kafatası“ - 1977, „Marat & Sade“ - 1978, „Hoşu‘nun Utancı“ - 1978, „Bahar Noktası“ - 1980,  „Deli Eder İnsanı Bu Dünya“ - 1989 ile İBŞT‘ne döndükten sonra „Theope“, „Sevimli Hayalet -ÇO“, „Altı Derece Uzak“, „Barışa Şans Verin“, „Altın Post Projesi“, „Müfettiş“, „Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım“, „Metro Canavarı“, „Aslana Benzer“, „Benim Küçük Yıldızım -ÇO“, „Kuyruklu Yıldız Altında“, „Meraki“, „Macbeth“, „Hasır Şapka“, „İhtiras Tramvayı“, „Leyla İle Mecnun“, "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" - 2007, "Kösem Sultan" - 20013 oyunlarında oyunculuk ve yönetmen yardımcılıkları, "İlk Evlilik" - 1999 ( yönetmen), "Tahterevallide Üç Kişi" – 2003 (yönetmen) , "Belden Aşağı Vurmak" - 2005 (yönetmen), "Eskici Dükkânı" - 2006 ( yönetmen ), "Meraklısı için Öyle Bir Hikâye" - 2008 (yönetmen), "Gizli Oturum"- 2009 (yönetmen), "Nekrassov" - 2012 ( yönetmen )
Kurum Dışı Mesleki Çalışmalar, Oynadığı veya Yönettiği Oyunlar:  :  "Ben Çalmadım" Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu - 1970 ve 12 Eylül'de kurumdan uzaklaştırıldığımda 1980-81 yıllarında Dostlar Tiyatrosu‘nun yeniden oluşumuna katıldı, bir çok okuma oyununda ve etkinlikte görev aldı, İstanbul Sanat Etkinlikleri Tiyatrosunun kuruluşuna katılıp Bilgesu Erenus‘un yazdığı „Kelaynaklar“ - 1982 oyununda çalıştı. Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosunda "Kaldırım Serçesi", Egemen Bostancı Tiyatrosunda "Şvayk Hitlere Karşı", "Carmen", "Arkadaşım Eşek" vb. oyunlarda oynadı. Çetin İpekkaya‘nın yönettiği Troya Festivali açılış gösterisinde Almanca ve Türkçe oyunculuk yaptı (1990).
Tv – Sinema :  "Çıplak Vatandaş", "Şalvar Davası", Alman ZDF kanalı ve ARD için yapılan iki dizide oyunculuk (Auf Achse ve Zwei Schlitzohre in Antalya) ve bir televizyon filminin „Sehnsucht“ Türkiye yapım sorumluluğu. Profesör Bernard Lewis‘nin „Ortadoğunun Son 200 Yılı“ konulu dramatik belgeselinin Türkiye ayağında Ali Taygun‘un yardımcısı olarak yapım sorumluluğu...
Aldığı Ödüller: Liselerarası Şenliği ve İLTÖ Şenliği ile Turgut Özakman'ın "Ocak" isimli oyunuyla "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ve "En İyi Dekor",  Afife Jale En İyi Yönetmen adaylığı "Belden Aşağı Vurmak"


Mesleki Nitelikler: Yönetmen, Çevirmen, Sahne ve Kostüm Tasarımı, Oyuncu

Yabancı Dil: Almanca, İngilizce